Neo-marxist Henri Lefebvre’e göre praxis,
“ihtilalci/devrimci bir etkinlik”tir. Yine Marxist Louis Althusser’e göre,
“kuramla pratiğin bütünlüğü”dür. Varoluşçu Marxist Jean-Paul Sartre’a göre,
“amaca değgin/ilişkin bir biçimde ortaya çıkan tarihsel aksiyon”dur. Hannah
Arendt’e göre, “aktif yaşamın en yüksek ve en önemli düzeyi”dir. Birçok
filozof, praxis’in ne olduğu ya da felsefedeki yerinin ne olması gerektiği
konusunda tartışmıştır. Bana göre praxis, bir teorinin (ya da bir amacın veya
hedefin) insanal yaşamda tanıtlanmasıdır. Yani, eğer ulaşılmak istenen bir erek
(amaç, sonuç) varsa, buna ulaşmak için yapılan tüm eylemler praxis’i oluşturur.
Bir Müslüman olarak ise praxis’i, Kur’an’a uygun yaşamak olarak tanımlamayı
uygun buluyorum.
Bir Müslüman, “la ilahe illallah” dediğinde Allah’tan
başka otorite tanımayacağını beyan etmiş olur. Lakin günümüz Müslümanlarına bakıldığında,
birçoğunun, örneğin, parayı
otorite olarak kabul ettiği görülecektir. Bu, devletin ikrarı (kabulü) için de
aynıdır. Burjuvazinin egemenliğine boyun eğmiş olan, menat (para) putunu
hayatında önemli bir yere koyan, devletin tahakkümünü tanıyan, Allah’tan başka
herhangi bir otorite karşısında boyun eğen sözde imanlı Müslümanlar, gerçekte
imanlı bile değillerdir. Eğer imanlı insanlar olsalardı ikrar ettikleri itikadi
(imani) meseleleri hayatlarının ortasına yerleştirmek zorunluluğu
hissederlerdi. Bu hissiyatta olmadıkları gibi, ilginç bir şekilde, birçoğu
Allah korkusundan bahis açarlar. Bu “abdestli kapitalistler” gerçekten imanlı
olsalardı, kitapları olan Kur’an’da bahsi geçen “menat” putuna değer
vermezlerdi ve kendi içlerinde bir Allah korkusu barındırırlardı. Bir Müslüman,
Allah’a inandığını söylediği, herhangi bir şekilde kanıtlanamayacak olan, hatta
kimi görüşlere göre düşüncel (gerçekte olmayıp sadece düşüncede var olan) bir
varlığı tanıdığı için imanlı sayılmış olmaz, imanın göstergesi praxis’tir.
Kur’an’da “lehul mülk” sözü geçmektedir. Bu, mülkün
Allah’a ait olduğunu gösterir. Bundan dolayı, bir Müslüman herhangi bir şekilde
mülkiyet iddiasında bulunmamalıdır. Yerdeki ve gökteki her şey Allah’a aittir.
Bu nedenle, kapitalizmin temel ilkelerinden biri olan “özel mülkiyet”, bir
Müslüman için karşı konulması gereken bir ilkedir. Kur’an’a göre dünyada ortak
mülkiyet olmalıdır. İş yapabilir durumdaki herkes, emek harcayarak bir şeyler
üretmeli, ve bu üretilenler arasından, herkes, ihtiyacı kadar olanı almalıdır.
İhtiyaçtan fazlası, ihtiyacını karşılayamayanlara verilmelidir. İş yapamaz
durumdaki insanların ihtiyaçları karşılanmalıdır. Esasında, “zekat” kavramı da,
malın kırkta birini değil, ihtiyaçtan fazlasını vermeye işaret eder. Kur’an’da
sürekli, “onlar, salatı (yardımlaşmayı, dayanışmayı) ikame ederler/yerine
getirirler ve malın ihtiyaçtan fazlasını verirler” sözü geçmektedir. Allah’ın
“kenz”, yani biriktirme kavramını eleştirmesiyle de Kur’an’da özel mülkiyetin
yeri olamayacağı anlaşılır. Kur’an, özü itibariyle, anti kapitalisttir.
Bir anti kapitalist, istediği kadar anti kapitalist
sözler irat etsin (söylesin), hayatına anti kapitalist duruşu yerleştirmediği
sürece kapitalist olmaya devam edecektir. Eğer bir anti kapitalist, sermaye
sahipleriyle ilişkiler kuruyorsa, burjuvazi ile çıkar ilişkileri içindeyse,
kapitalizme hizmet eden kurum ve kuruluşlarla irtibat kurmaktan imtina
etmiyorsa (çekinmiyorsa), anti kapitalist değildir. Sadece teoride böyledir ve
o kişi yanılgı (delusion) içindedir.
Marxist olduğunu söyleyen birtakım zevat da (kişiler
de), bunu dile getirdikleri için marxist oldukları delusion’ı içerisindedirler. Günümüzde birçok marxist,
sermayedarlarla yakın ilişkiler kurmaktadır ve marxist anlayışın neredeyse
hiçbir pratiğini yerine getirmemektedir. Fakat her koşulda, her ideolojinin
birçok mensubu gibi içtimai (toplumsal) hayatlarına geçirmedikleri mülahazaları
(düşünceleri) bir başkasına telkin etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler.
Karl Marx, praxis’i,
toplumsal yapıyı değiştirecek tüm edimler olarak görmüştür. Feuerbach Üzerine
Tezler’in ikinci maddesinde Marx şöyle der: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine
atfedilip atfedilmeyeceği sorunu — bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur.
İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini
[Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin
gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir
sorundur.” (Sol Yayınları’nın çevirisi
kullanılmıştır.) On birinci maddede ise, “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik
biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir,” diyerek praxis’e verdiği
önemi dile getirmiştir.
Auguste Cornu ise, Marx’ın
praxis’e verdiği önemi şöyle anlatır: “Kapitalist sistem ve komünizm çözümlemesi
ile Marx, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin diyalektik gelişmesi biçimi altında
düşünülmüş yeni bir tarih görüşüne varıyordu.
Onu toplumların
dönüşmesinde ve dolayısıyla tarihin gidişinde üretimin gelişmesinin belirleyici
önemini kavramaya götüren bu çözümleme, Marx’ın dünya görüşünde köktenci bir
değişikliğe yol açıyordu.
Bu değişikliğin ekseni,
şimdi insanal yaşamda emeğe, pratik etkinliğe, “praksis”e verdiği büyük rol
idi. Yabancılaşmış emeğin ve onun kapitalist rejimdeki rolünün, iktisadi ve
toplumsal gelişmede emeğin kesin önemini ona gitgide daha açık bir biçimde
gösteren derinleştirilmiş irdelemesi, Marx’ı temel görüş olarak yabancılaşma
fikrini “praksis” fikri ile değiştirmeye götürüyordu.
Ona kapitalist rejimin
insan-dışı niteliğini ortaya koymasını ve onun çelişkilerini çözümlemesini
sağlayan yabancılaşma fikri, gerçekte devrimci proletaryanın ideolojisi olarak
yeni bir dünya görüşünün hazırlanmasına temel hizmeti görmek bakımından
“praksis” kavramından daha elverişsiz görünüyordu.”[1]
Theodore Kaczynski ise,
solcuları teorik olarak eleştirmesinin yanı sıra, praxis yönünden de eleştirir.
“Solcu hareketlerde güçlü mevkilere yükselen kişiler genelde güce en aç olan
solculardır, çünkü güce aç insanlar güçlü mevkilere gelmek için en fazla çaba
sarf edenlerdir. Bunlar hareketin kontrolünü ele geçirdiğinde, daha yumuşak
tabiatlı pek çok solcu içten içe liderlerinin yapıp ettiklerini onaylamazlar,
ama kendilerini onlara muhalefet eder hale de getiremezler. Harekete güvenmeye ihtiyaçları
vardır, liderleri ile paylaştıkları bu inançtan vazgeçemezler. Doğrudur, kimi
solcuların ortaya çıkan totaliter eğilimlere itiraz edecek cesareti vardır,
ama genelde kaybederler; çünkü güce aç olanlar daha iyi örgütlenmiş, daha
acımasız, daha Makyavelist’tirler ve kendilerine güçlü bir taraftar desteği
oluşturmayı ihmal etmemişlerdir.
Bu olgu Rusya’da ve
solcuların iktidara geldiği diğer ülkelerde açıkça ortaya çıkmıştır. Benzer
şekilde, SSCB’de komünizmin çöküşünden önce, Batı’daki solcular bu ülkeyi çok
az eleştirirlerdi. Eğer SSCB’nin pek çok yanlış şey yaptığını kabul etmek
zorunda kalırlarsa, hemen komünistler için mazeretler bulmaya ve Batı’nın
hatalarından bahsetmeye başlarlardı. Batı’nın, komünistlerin saldırganlığına
askeri yollarla direnmesine hep karşı çıktılar. Dünyadaki tüm solcular,
Amerika’nın Vietnam’da yaptığı askeri harekatı ateşli bir şekilde protesto
ettiler, ama SSCB Afganistan’ı işgal ettiğinde hiçbir şey yapmadılar.”[2]
Erich Fromm, praxis’e büyük önem atfeden bir
psikanalisttir. Fikirlerin, praxis’e geçirildiklerinde bir anlam ifade
edeceğini belirtmiştir. “Fikirler, sadece fikir veya düşünceler olarak
öğretildiklerinde insanı derinden etkilemezler. Genelde bu şekilde
sunulduklarında diğer fikirleri değiştirirler; eski düşüncelerin yerini yeni
düşünceler, eski sözcüklerin yerini yeni sözcükler alır. Fakat tüm bu olan
biten, kavram ve sözcüklerde bir değişimdir. Niçin farklı olmalı ki? Bir
insanın fikirlerle harekete geçirilmesi ve hakikati kavraması son derece
zordur. Bunu yapması için, içindeki ataletin derin dirençlerinin, yanlış yapma
ya da sürüden ayrılma korkusunun üstesinden gelmesi gerekir. Diğer fikirler,
kendi içlerinde doğru ve etkili olsalar da bunlara sadece aşina olmak yetmez.
Oysa bu fikirler, onları öğretenler tarafından yaşanmışlarsa, öğretmen
tarafından kişiselleştirilmişlerse, fikirler etten kemikten yapılmış
görünüyorlarsa insanın üzerinde etkili olurlar. Eğer kişi, alçakgönüllülüğü
anlatıyorsa ve kendisi de mütevazıysa o zaman kendisini dinleyenler,
alçakgönüllülüğün ne olduğunu anlayacaklardır. Sadece anlamakla kalmayacaklar,
bir gerçekten bahsettiğine, sadece sözcükleri dile getirmediğine
inanacaklardır.”[3]
Fromm, fikirleri praxis’e geçiren kişilere
peygamberleri ve bazı düşünürleri örnek gösterir. Alçakgönüllülüğü, adaleti ve
sevgiyi öğütlediklerini, aynı zamanda hayatlarına da bunları geçirdiklerini
belirtir. Peygamberlerin, inzivaya çekilip olacakları görmeyi beklemediklerini,
hayatın içinde olduklarını ve öğütlerini içselleştirdiklerini söyler. Buda,
İsa, Sokrates, Spinoza gibi kişilerin iz bırakmasının, öğütlerini praxis’e
yansıtmaları olduğunu belirtir.
Erich Fromm, praxis’i bir de farkındalık açısından ele
almaktadır. Davranışların ve seçimlerin bilinçli yapılması gerektiğini, bunun
için yüksek bir farkındalığa ihtiyaç olduğunu, lakin sadece farkındalığın bir
işe yaramayacağını ve bundan dolayı, farkındalığın, seçim özgürlüğünü
sağlayabilmek üzere davranışlara geçirilmesi gerektiğini anlatır. “İyilik ve
kötülüğün ne olduğunun farkında olmak
pek çok ahlaksal dizgede iyilik ve kötülük diye adlandırılan şeyleri kuramsal
olarak bilmek’ten ayrı bir şeydir.
Geleneğe dayanarak sevginin, bağımsızlığın ve gözüpekliğin iyi, nefretin, boyun
eğmenin ve korkaklığın kötü olduğunu bilmenin hiçbir anlamı yoktur; çünkü bu
bilgi yetkililerden, töresel öğretilerden vb. edinilen yabancılaşmış bir
bilgidir; bu bilginin doğru olarak kabul edilmesi bu kaynaklardan
gelmesindendir. Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak,
kendisiyle deneylere girişerek, başkalarını gözleyerek sonunda da sorumsuz bir
“fikir” edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere
dönüştürmesi demektir.”[4]
Bana göre insanlar, kendilerine yakıştırdıkları birçok
“tanım”ı ya da savundukları birçok teoriyi, kendilerini tatmin etmek için
kullanmaktadır. Yaptıkları bu tanımlamalar veya savundukları bu teoriler,
hayatlarında tanıtlanamıyorsa/ispatlanamıyorsa geçersizdir. İnsanlar bir an
önce bu sıfatları bir tatmin aracı olmaktan çıkarıp hayatlarının sine qua non (olmazsa olmaz ön
koşul)’u haline getirmelidir. Aksi takdirde hayatlarını kendilerini kandırarak
geçirmek zorunda kalacaklar ve özellikle, savunucusu oldukları ideolojilerin
muarızları (karşıtları) tarafından, praxis yönünden eleştiriye tabi
tutulacaklardır. Örneğin, günümüzde yaşanan olaylardan sonra insanların çoğu
Siyonizm’in “kötü bir şey” olduğu fikrindedir. Fakat şu unutulmamalıdır ki,
Siyonizm, İsrail’de İsrail İşçi Partisi tarafından savunulmaktadır. Her ne
kadar merkez sol olduğunu beyan eden bir parti de olsa, icraatları itibariyle,
aslında sosyalizm kavramıyla bir ilgisi olmadığını kanıtlamıştır ve teori ve
praxis çelişkisinin en önemli örneklerinden birini sergilemektedir.
Teori ve praxis arasındaki ilişki, ağaç ve su
arasındaki ilişkiye benzer. Nasıl ki bir ağaç yeterince su alamadığında bir
süre sonra kuruyacaksa, bir teori de praxis’e yansıtılmazsa zamanla yok olup
gidecektir. Bunun için, teori ve praxis arasında sağlıklı bir denge kurulmalı
ve korunmalıdır. Böylelikle, düşünsel bir uyum ve tutarlılık sağlanmış olacaktır.
B.G
* Bu konu genellikle “teori ve pratik” şeklinde ele
alınmaktadır. Biz bu yazıda “praxis” sözcüğünü kullanacağız.
[1] Karl
Marx, 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik Ve Felsefe, 2011, Sol Yayınları, s.
292, 293
[2]
Theodore Kaczynski, Sanayi Toplumu Ve Geleceği, Mayıs 2013, Kaos Yayınları, s.
99
[3]
Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine: Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir?,
2014, Say Yayınları, s. 17, 18
[4]
Erich Fromm, Sevginin Ve Şiddetin Kaynağı, Kasım 2008, Payel Yayınevi, s. 123
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder