22 Ekim 2014 Çarşamba

TEORİ VE PRAXIS ÇELİŞKİSİ

        İnsanlar söyledikleri şeyler değildir. Örneğin, Müslüman olduğunu söyleyen bir kişi, sadece bu söyleminden dolayı Müslüman olmaz. Anti kapitalist olduğunu söyleyen bir kişi, anti kapitalist bir duruş sergilemediği sürece anti kapitalist değildir. Marxist olduğunu beyan eden bir kişi, marxist düşüncenin pratiklerini en azından kendi hayatına geçirmediği sürece marxist değildir. Bu olumsuzluğa ne sebep olur sorusunun cevabı ise teori ve praxis arasındaki çelişkide saklıdır.* Peki nedir praxis?

Neo-marxist Henri Lefebvre’e göre praxis, “ihtilalci/devrimci bir etkinlik”tir. Yine Marxist Louis Althusser’e göre, “kuramla pratiğin bütünlüğü”dür. Varoluşçu Marxist Jean-Paul Sartre’a göre, “amaca değgin/ilişkin bir biçimde ortaya çıkan tarihsel aksiyon”dur. Hannah Arendt’e göre, “aktif yaşamın en yüksek ve en önemli düzeyi”dir. Birçok filozof, praxis’in ne olduğu ya da felsefedeki yerinin ne olması gerektiği konusunda tartışmıştır. Bana göre praxis, bir teorinin (ya da bir amacın veya hedefin) insanal yaşamda tanıtlanmasıdır. Yani, eğer ulaşılmak istenen bir erek (amaç, sonuç) varsa, buna ulaşmak için yapılan tüm eylemler praxis’i oluşturur. Bir Müslüman olarak ise praxis’i, Kur’an’a uygun yaşamak olarak tanımlamayı uygun buluyorum.

Bir Müslüman, “la ilahe illallah” dediğinde Allah’tan başka otorite tanımayacağını beyan etmiş olur. Lakin günümüz Müslümanlarına bakıldığında, birçoğunun, örneğin, parayı otorite olarak kabul ettiği görülecektir. Bu, devletin ikrarı (kabulü) için de aynıdır. Burjuvazinin egemenliğine boyun eğmiş olan, menat (para) putunu hayatında önemli bir yere koyan, devletin tahakkümünü tanıyan, Allah’tan başka herhangi bir otorite karşısında boyun eğen sözde imanlı Müslümanlar, gerçekte imanlı bile değillerdir. Eğer imanlı insanlar olsalardı ikrar ettikleri itikadi (imani) meseleleri hayatlarının ortasına yerleştirmek zorunluluğu hissederlerdi. Bu hissiyatta olmadıkları gibi, ilginç bir şekilde, birçoğu Allah korkusundan bahis açarlar. Bu “abdestli kapitalistler” gerçekten imanlı olsalardı, kitapları olan Kur’an’da bahsi geçen “menat” putuna değer vermezlerdi ve kendi içlerinde bir Allah korkusu barındırırlardı. Bir Müslüman, Allah’a inandığını söylediği, herhangi bir şekilde kanıtlanamayacak olan, hatta kimi görüşlere göre düşüncel (gerçekte olmayıp sadece düşüncede var olan) bir varlığı tanıdığı için imanlı sayılmış olmaz, imanın göstergesi praxis’tir.

Kur’an’da “lehul mülk” sözü geçmektedir. Bu, mülkün Allah’a ait olduğunu gösterir. Bundan dolayı, bir Müslüman herhangi bir şekilde mülkiyet iddiasında bulunmamalıdır. Yerdeki ve gökteki her şey Allah’a aittir. Bu nedenle, kapitalizmin temel ilkelerinden biri olan “özel mülkiyet”, bir Müslüman için karşı konulması gereken bir ilkedir. Kur’an’a göre dünyada ortak mülkiyet olmalıdır. İş yapabilir durumdaki herkes, emek harcayarak bir şeyler üretmeli, ve bu üretilenler arasından, herkes, ihtiyacı kadar olanı almalıdır. İhtiyaçtan fazlası, ihtiyacını karşılayamayanlara verilmelidir. İş yapamaz durumdaki insanların ihtiyaçları karşılanmalıdır. Esasında, “zekat” kavramı da, malın kırkta birini değil, ihtiyaçtan fazlasını vermeye işaret eder. Kur’an’da sürekli, “onlar, salatı (yardımlaşmayı, dayanışmayı) ikame ederler/yerine getirirler ve malın ihtiyaçtan fazlasını verirler” sözü geçmektedir. Allah’ın “kenz”, yani biriktirme kavramını eleştirmesiyle de Kur’an’da özel mülkiyetin yeri olamayacağı anlaşılır. Kur’an, özü itibariyle, anti kapitalisttir.

Bir anti kapitalist, istediği kadar anti kapitalist sözler irat etsin (söylesin), hayatına anti kapitalist duruşu yerleştirmediği sürece kapitalist olmaya devam edecektir. Eğer bir anti kapitalist, sermaye sahipleriyle ilişkiler kuruyorsa, burjuvazi ile çıkar ilişkileri içindeyse, kapitalizme hizmet eden kurum ve kuruluşlarla irtibat kurmaktan imtina etmiyorsa (çekinmiyorsa), anti kapitalist değildir. Sadece teoride böyledir ve o kişi yanılgı (delusion) içindedir.

Marxist olduğunu söyleyen birtakım zevat da (kişiler de), bunu dile getirdikleri için marxist oldukları delusion’ı içerisindedirler. Günümüzde birçok marxist, sermayedarlarla yakın ilişkiler kurmaktadır ve marxist anlayışın neredeyse hiçbir pratiğini yerine getirmemektedir. Fakat her koşulda, her ideolojinin birçok mensubu gibi içtimai (toplumsal) hayatlarına geçirmedikleri mülahazaları (düşünceleri) bir başkasına telkin etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler.

Karl Marx, praxis’i, toplumsal yapıyı değiştirecek tüm edimler olarak görmüştür. Feuerbach Üzerine Tezler’in ikinci maddesinde Marx şöyle der: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu — bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur.” (Sol Yayınları’nın çevirisi kullanılmıştır.) On birinci maddede ise, “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir,” diyerek praxis’e verdiği önemi dile getirmiştir.

Auguste Cornu ise, Marx’ın praxis’e verdiği önemi şöyle anlatır: “Kapitalist sistem ve komünizm çözümlemesi ile Marx, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin diyalektik gelişmesi biçimi altında düşünülmüş yeni bir tarih görüşüne varıyordu.

Onu toplumların dönüşmesinde ve dolayısıyla tarihin gidişinde üretimin gelişmesinin belirleyici önemini kavramaya götüren bu çözümleme, Marx’ın dünya görüşünde köktenci bir değişikliğe yol açıyordu.

Bu değişikliğin ekseni, şimdi insanal yaşamda emeğe, pratik etkinliğe, “praksis”e verdiği büyük rol idi. Yabancılaşmış emeğin ve onun kapitalist rejimdeki rolünün, iktisadi ve toplumsal gelişmede emeğin kesin önemini ona gitgide daha açık bir biçimde gösteren derinleştirilmiş irdelemesi, Marx’ı temel görüş olarak yabancılaşma fikrini “praksis” fikri ile değiştirmeye götürüyordu.

Ona kapitalist rejimin insan-dışı niteliğini ortaya koymasını ve onun çelişkilerini çözümlemesini sağlayan yabancılaşma fikri, gerçekte devrimci proletaryanın ideolojisi olarak yeni bir dünya görüşünün hazırlanmasına temel hizmeti görmek bakımından “praksis” kavramından daha elverişsiz görünüyordu.”[1]

Theodore Kaczynski ise, solcuları teorik olarak eleştirmesinin yanı sıra, praxis yönünden de eleştirir. “Solcu hareketlerde güçlü mevkilere yükselen kişiler genelde güce en aç olan solculardır, çünkü güce aç insanlar güçlü mevkilere gelmek için en fazla çaba sarf edenlerdir. Bunlar hareketin kontrolünü ele geçirdiğinde, daha yumuşak tabiatlı pek çok solcu içten içe liderlerinin yapıp ettiklerini onaylamazlar, ama kendilerini onlara muhalefet eder hale de getiremezler. Harekete güvenmeye ihtiyaçları vardır, liderleri ile paylaştıkları bu inançtan vazgeçemezler. Doğrudur, kimi solcuların ortaya çıkan totaliter eğilimlere itiraz edecek cesareti vardır, ama genelde kaybederler; çünkü güce aç olanlar daha iyi örgütlenmiş, daha acımasız, daha Makyavelist’tirler ve kendilerine güçlü bir taraftar desteği oluşturmayı ihmal etmemişlerdir.

Bu olgu Rusya’da ve solcuların iktidara geldiği diğer ülkelerde açıkça ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, SSCB’de komünizmin çöküşünden önce, Batı’daki solcular bu ülkeyi çok az eleştirirlerdi. Eğer SSCB’nin pek çok yanlış şey yaptığını kabul etmek zorunda kalırlarsa, hemen komünistler için mazeretler bulmaya ve Batı’nın hatalarından bahsetmeye başlarlardı. Batı’nın, komünistlerin saldırganlığına askeri yollarla direnmesine hep karşı çıktılar. Dünyadaki tüm solcular, Amerika’nın Vietnam’da yaptığı askeri harekatı ateşli bir şekilde protesto ettiler, ama SSCB Afganistan’ı işgal ettiğinde hiçbir şey yapmadılar.”[2]

Erich Fromm, praxis’e büyük önem atfeden bir psikanalisttir. Fikirlerin, praxis’e geçirildiklerinde bir anlam ifade edeceğini belirtmiştir. “Fikirler, sadece fikir veya düşünceler olarak öğretildiklerinde insanı derinden etkilemezler. Genelde bu şekilde sunulduklarında diğer fikirleri değiştirirler; eski düşüncelerin yerini yeni düşünceler, eski sözcüklerin yerini yeni sözcükler alır. Fakat tüm bu olan biten, kavram ve sözcüklerde bir değişimdir. Niçin farklı olmalı ki? Bir insanın fikirlerle harekete geçirilmesi ve hakikati kavraması son derece zordur. Bunu yapması için, içindeki ataletin derin dirençlerinin, yanlış yapma ya da sürüden ayrılma korkusunun üstesinden gelmesi gerekir. Diğer fikirler, kendi içlerinde doğru ve etkili olsalar da bunlara sadece aşina olmak yetmez. Oysa bu fikirler, onları öğretenler tarafından yaşanmışlarsa, öğretmen tarafından kişiselleştirilmişlerse, fikirler etten kemikten yapılmış görünüyorlarsa insanın üzerinde etkili olurlar. Eğer kişi, alçakgönüllülüğü anlatıyorsa ve kendisi de mütevazıysa o zaman kendisini dinleyenler, alçakgönüllülüğün ne olduğunu anlayacaklardır. Sadece anlamakla kalmayacaklar, bir gerçekten bahsettiğine, sadece sözcükleri dile getirmediğine inanacaklardır.”[3]

Fromm, fikirleri praxis’e geçiren kişilere peygamberleri ve bazı düşünürleri örnek gösterir. Alçakgönüllülüğü, adaleti ve sevgiyi öğütlediklerini, aynı zamanda hayatlarına da bunları geçirdiklerini belirtir. Peygamberlerin, inzivaya çekilip olacakları görmeyi beklemediklerini, hayatın içinde olduklarını ve öğütlerini içselleştirdiklerini söyler. Buda, İsa, Sokrates, Spinoza gibi kişilerin iz bırakmasının, öğütlerini praxis’e yansıtmaları olduğunu belirtir.

Erich Fromm, praxis’i bir de farkındalık açısından ele almaktadır. Davranışların ve seçimlerin bilinçli yapılması gerektiğini, bunun için yüksek bir farkındalığa ihtiyaç olduğunu, lakin sadece farkındalığın bir işe yaramayacağını ve bundan dolayı, farkındalığın, seçim özgürlüğünü sağlayabilmek üzere davranışlara geçirilmesi gerektiğini anlatır. “İyilik ve kötülüğün ne olduğunun farkında olmak pek çok ahlaksal dizgede iyilik ve kötülük diye adlandırılan şeyleri kuramsal olarak bilmek’ten ayrı bir şeydir. Geleneğe dayanarak sevginin, bağımsızlığın ve gözüpekliğin iyi, nefretin, boyun eğmenin ve korkaklığın kötü olduğunu bilmenin hiçbir anlamı yoktur; çünkü bu bilgi yetkililerden, töresel öğretilerden vb. edinilen yabancılaşmış bir bilgidir; bu bilginin doğru olarak kabul edilmesi bu kaynaklardan gelmesindendir. Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak, kendisiyle deneylere girişerek, başkalarını gözleyerek sonunda da sorumsuz bir “fikir” edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere dönüştürmesi demektir.”[4]

Bana göre insanlar, kendilerine yakıştırdıkları birçok “tanım”ı ya da savundukları birçok teoriyi, kendilerini tatmin etmek için kullanmaktadır. Yaptıkları bu tanımlamalar veya savundukları bu teoriler, hayatlarında tanıtlanamıyorsa/ispatlanamıyorsa geçersizdir. İnsanlar bir an önce bu sıfatları bir tatmin aracı olmaktan çıkarıp hayatlarının sine qua non (olmazsa olmaz ön koşul)’u haline getirmelidir. Aksi takdirde hayatlarını kendilerini kandırarak geçirmek zorunda kalacaklar ve özellikle, savunucusu oldukları ideolojilerin muarızları (karşıtları) tarafından, praxis yönünden eleştiriye tabi tutulacaklardır. Örneğin, günümüzde yaşanan olaylardan sonra insanların çoğu Siyonizm’in “kötü bir şey” olduğu fikrindedir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, Siyonizm, İsrail’de İsrail İşçi Partisi tarafından savunulmaktadır. Her ne kadar merkez sol olduğunu beyan eden bir parti de olsa, icraatları itibariyle, aslında sosyalizm kavramıyla bir ilgisi olmadığını kanıtlamıştır ve teori ve praxis çelişkisinin en önemli örneklerinden birini sergilemektedir.

Teori ve praxis arasındaki ilişki, ağaç ve su arasındaki ilişkiye benzer. Nasıl ki bir ağaç yeterince su alamadığında bir süre sonra kuruyacaksa, bir teori de praxis’e yansıtılmazsa zamanla yok olup gidecektir. Bunun için, teori ve praxis arasında sağlıklı bir denge kurulmalı ve korunmalıdır. Böylelikle, düşünsel bir uyum ve tutarlılık sağlanmış olacaktır.                             

                                                                                         B.G



* Bu konu genellikle “teori ve pratik” şeklinde ele alınmaktadır. Biz bu yazıda “praxis” sözcüğünü kullanacağız.
[1] Karl Marx, 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik Ve Felsefe, 2011, Sol Yayınları, s. 292, 293
[2] Theodore Kaczynski, Sanayi Toplumu Ve Geleceği, Mayıs 2013, Kaos Yayınları, s. 99
[3] Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine: Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir?, 2014, Say Yayınları, s. 17, 18
[4] Erich Fromm, Sevginin Ve Şiddetin Kaynağı, Kasım 2008, Payel Yayınevi, s. 123

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder