22 Ekim 2014 Çarşamba

KENTE VE KENT İNSANINA SOSYOLOJİK BİR GENEL BAKIŞ

       Kent nedir? Seçtiğimiz başlık/konu analiz etmesi ve tanımlanabilmesi güç ve bir o kadar da elzem iki zıt (en azından çağımız ve içinde yaşam sürdüğümüz uygarlık bağlamında) olguyu içinde barındırmakta. Kent ve kent insanı. Bu sebeptendir ki işe başlarken çözülmesi gereken en önemli problem yine kent kavramının kendisidir. Kent; genel bir tanımlayışla, “kırsal alanın toplumsal yapısından ve tarımsal alanın ekonomik modelinden farklı olarak, daha grift ve kökensiz bir cemiyet yaşamının olduğu ve ticaret ve sanayinin ağırlıklı ekonomik etkinlik modeli olarak benimsendiği, üretim – tüketim ve kültür mekanlarıdır.
 
Kenti var eden en büyük unsurlardan biri de, “kentsel yaratım” ve “kentsel yaratım süreçleri”dir. Peki nedir bunlar? Kentsel yaratım, geleneksel üretim biçimlerinden uzaklaşmış insanın kent yaşamı içinde var ettiği ve ortaya çıkardığı şartlar ve olgulardır. Kırsalın kollektif üretiminden ve onun ortaya çıkardığı üretim kültüründen uzaklaşmış olan kent insanı üretimden uzaklaştığını fark ettikçe, sosyal bir bilinç-altının yansıması olarak ve aynı zamanda değişik iktidar odaklarının (burjuvazi, devlet vb.) on yıllar boyunca yaptıkları kara-propagandalar nedeniyle, üretimden ziyade artık elinde kalan yegane eylemlilik olarak tüketimin ve tüketim kültürünün yaratımına başlayacaktır. Peki bu süreç nasıl işler? Bu süreç kollektifleştirdiğimiz şeyin ne olduğu ile ilgilidir. Yüzyıllardan beri süregelen kollektif üretim, çokluğun (eylem halindeki insanların) ortaklaşalığı, üretiminde kültür yaratımındaki başlıca ve en önemli kaynaklardan biri haline gelmesini sağlamıştır. Yıllar geçtikçe kollektivitesini kaybeden üretim bireyselleşmeye ve üretimle üreteni birbirine yabancılaştırmaya başlamıştır. Şartlar böyle sürerken kentlerin neredeyse her köşesinde belirmeye başlayan önce iş merkezleri ve sonra avm’ler de üretimin kollektivitesini sıfıra indirerek yeni ve farklı bir eylemi, tüketimi kollektifleştirerek, farklı bir kültür yaratılmasını ve kentlerin yavaş yavaş çözülmesini sağlamıştır.


Kentlerin Çözülüşü Ve İktidarist Planlama

Bu şartlarda bir “sürekli çatışmalar mekânı” haline gelen kentte artık kollektivite dağıtılmış ve kent yaşamı, kentli insan için bir yalnızlık ve kapatılma mekanı haline gelmiştir. Peki bu nasıl oldu? İçinde bulunduğumuz çağda artık, kapitalizm; sanayi, ticaret ve kültür şehirlerini aynı kent merkezleri altında toplamak istemektedir. “Metropolis” olmanın, bir kapitalizm kenti olmanın başlıca önkoşulu artık budur. Bu şartlarda kentlerde başlatılan yeni toplumsal ve mekansal ameliyatlar sayesinde kentsel ve kamusal yeşil alanlar ve sosyal toplanma mekanları olarak meydanlar sistematik bir şekilde yok edilerek bireylerin sosyalizasyonu ve kentin toplumsal dinamiklerinin devamlılığı tamamen durdurulmuştur. Bununla birlikte kent merkezinde kent sınırlarına doğru bir “kültür mekanı-ticaret mekanı-barınma mekanı-sanayi mekanı” hiyerarşisi kurularak kentin insanının kent merkezlerinden yani kentlerin sosyalizasyon mekanlarında uzaklaşmaları sağlanmış, bundan dolayı sosyalize olma ihtimalini kaybeden kentli birey, kendi içine dönerek bireyselleşmeye ve bireycileşmeye başlamış ve yalnız bırakılmaya itilmiştir. Bu şartlarda, kentler, toplumsal buluşma ve üretim mekanları olmaktan çıkarak, kapitalizmin bir tüketim mezbahası ve devletin kendi iktidarını en çok meşrulaştırdığı alanlardan biri haline gelmiştir. Bu süreçleri yaşayan kent de artık kollektif iradenin yerine bireysel iradenin gelmesiyle birlikte çözülmeye başlamıştır.

Sonuç Yerine

Peki toplumsal ve dayanışmacı bir kent için ne yapmalıyız? Herhalde bu kısa ve aciz yazının cevaplamak istediği yegane soru budur. Cevabı, aslında toplumsal praxis’lerle ortaya çıkacak olmakla birlikte, yapılması, en azından yapılmaya başlanılması gereken şey, kentlerin iktidarist planlamasını yok ederek tekrardan bir merkeze ve toplumsal buluşma mekanlarına dönüş sağlamak (parklar, meydan vb. yoluyla) ve üretim ve tüketimi, üretim ve üreticiyi birbirine yabancılaştırmayacak yeni toplumsal paylaşımcı ve dayanışmacı anti-otoriter ve ekolojik bir sistem inşa etmektir.

                                                                                  Kara

OKULUN ÇALIŞMAYA ETKİSİ

       Yazının başlığı, size muhtemelen itici gelecektir. Okula gitme ve onun adeta kardeşi gibi beraberinde gelen çalışma eylemi, aşağı yukarı yedi yaşımızda başlar ve bu andan itibaren hepimiz, okula gider, okuma yazma öğreniriz, Fen ve Matematik alanlarından kısmen haberdar oluruz, ülke ve dünya tarihi bize öğretilmeye çalışılır. Fakat gördüğümüz eğitimin tarafsızlığı veya bilimselliği bu yazının konusu değil. Ben daha çok eğitim öğretim kurumlarının bizi nasıl hayatımız boyunca her alanda etkilediğini incelemeye çalışacağım.

Eğitim öğretim kurumları aslında başından beri en çok bir tek şeyi vurgular: Çalışmak. Eğitim, okuma yazma öğreniminden bir deneyi yorumlamaya kadar bizden hep çalışmayı ister. Burada karşı olduğum şey çalışmak değil, bu eylemin gerçekleştirilme biçimi ve amacı. Eğitim sistemi öğrenciye çalışmayı hep bir ödül-ceza sistemiyle yaptırmaya çalışır. Ödevleri yapılırsa öğrencinin notu yükselir ve ona iyi gözle bakılır (öğretmen tarafından), sınavdan yüksek bir not alır.

Yapmayan içinse tam tersi söz konusudur. Öğretmeni tarafından azarlanır veya ailesine şikayet edilir, dolayısıyla yedi yaşından itibaren öğrenci, bir rekabet ortamına atılır. Tüm bunlar öğrencileri çalışmadan soğutur. Çalışmak eylemi ona itici ve zorunda kalmadıkça yapmayacağı bir eylem haline gelir. Birey olarak kabul edildiği on sekiz yaşına kadar ya okul ve çalışma,  ya da bilgisayar oynama ve televizyon seyretme ikilemine girer. Hayatının bunlardan ibaret olduğuna kanaat getiren öğrencinin, eğitim hayatı bitse bile artık hayata bakışı daralmıştır ve en önemlisi emeğe bakışı ciddi ölçüde zararlı bir konuma gelmiştir. Gördüğü eğitimin tahribatından dolayı bir şeylere emek vermek istemez. Her şeyi tıpkı ödevini yaptığı veya ders çalıştığı gibi kolay yoldan halletmek ister. Her şeyin kolayına kaçan, emek vermeden kazanmak isteyen bugünün öğrencileri, yarının toplumlarını yaratacak bu insanlar, bu felsefeyle yoğrulur. Emek kavramından soğumuş öğrenciler sosyal yaşamda herhangi bir aktiviteye de o gözle bakarlar. Müzik yapmaya, araştırmaya veya sorgulamaya ilgi duymazlar, çünkü bunlar emek ve çalışmayı gerektirir.

Üstüne iyi düşülmemiş ve üstünde çalışılmamış, kısacası emek verilmeden yapılmış bir yasa, insanları koruyamaz, suçları önleyemez. Zeminine ve yapısına gereken önem verilmemiş bir bina yıkılacaktır, üstünde iyi düşünülmemiş bilimsel araştırmalar yerinde saymaya mahkumdur. Kısacası emeğe saygı duymayan bir toplum insanca yaşayamaz. Tabi burada eğitimin soğuttuğu diğer eylemlerin bazılarından da bahsetmemiz gerekir.

Eğitim süresince sürekli bir şeyler okuması istenen ve bu okuduğu şeyler çoğunlukla sıkıcı geldiğinden ve bir ödev ahlakıyla yaptırıldığından öğrenci bir alışkanlık haline getirmesi gereken bir eylemden hayatı boyunca soğumuş biri olarak çıkar. Bu eğitim süreci cahil ve sorgulamadan uzak insanlar yetiştirir. Bu da sistemin istediği insan yapısının temelidir. Sistem, yaptıkları eylemleri sorgulamaktan uzak olan halktan, bugün cebindeki parasını çalar, yarın haksız bir savaşa ikna eder, istediği her şeyi yaptıracak hale getirir.

Emek vermekten ve okumaktan soğumuş bir toplumun nasıl yaratıldığını bu yazıda kısaca işledik. Gelecek yazımızda, bu sistemin geçmişte nasıl işletildiğini ve kimler tarafından nasıl yıkılmaya çalışıldığını ve çözüm önerilerini inceleyeceğiz. Tabi bu yazıyla bu çürümüş sistemin sadece bir yönünü mercek altına aldığımızı hatırlamakta yarar var.


                                                                                            R.V.

TEORİ VE PRAXIS ÇELİŞKİSİ

        İnsanlar söyledikleri şeyler değildir. Örneğin, Müslüman olduğunu söyleyen bir kişi, sadece bu söyleminden dolayı Müslüman olmaz. Anti kapitalist olduğunu söyleyen bir kişi, anti kapitalist bir duruş sergilemediği sürece anti kapitalist değildir. Marxist olduğunu beyan eden bir kişi, marxist düşüncenin pratiklerini en azından kendi hayatına geçirmediği sürece marxist değildir. Bu olumsuzluğa ne sebep olur sorusunun cevabı ise teori ve praxis arasındaki çelişkide saklıdır.* Peki nedir praxis?

Neo-marxist Henri Lefebvre’e göre praxis, “ihtilalci/devrimci bir etkinlik”tir. Yine Marxist Louis Althusser’e göre, “kuramla pratiğin bütünlüğü”dür. Varoluşçu Marxist Jean-Paul Sartre’a göre, “amaca değgin/ilişkin bir biçimde ortaya çıkan tarihsel aksiyon”dur. Hannah Arendt’e göre, “aktif yaşamın en yüksek ve en önemli düzeyi”dir. Birçok filozof, praxis’in ne olduğu ya da felsefedeki yerinin ne olması gerektiği konusunda tartışmıştır. Bana göre praxis, bir teorinin (ya da bir amacın veya hedefin) insanal yaşamda tanıtlanmasıdır. Yani, eğer ulaşılmak istenen bir erek (amaç, sonuç) varsa, buna ulaşmak için yapılan tüm eylemler praxis’i oluşturur. Bir Müslüman olarak ise praxis’i, Kur’an’a uygun yaşamak olarak tanımlamayı uygun buluyorum.

Bir Müslüman, “la ilahe illallah” dediğinde Allah’tan başka otorite tanımayacağını beyan etmiş olur. Lakin günümüz Müslümanlarına bakıldığında, birçoğunun, örneğin, parayı otorite olarak kabul ettiği görülecektir. Bu, devletin ikrarı (kabulü) için de aynıdır. Burjuvazinin egemenliğine boyun eğmiş olan, menat (para) putunu hayatında önemli bir yere koyan, devletin tahakkümünü tanıyan, Allah’tan başka herhangi bir otorite karşısında boyun eğen sözde imanlı Müslümanlar, gerçekte imanlı bile değillerdir. Eğer imanlı insanlar olsalardı ikrar ettikleri itikadi (imani) meseleleri hayatlarının ortasına yerleştirmek zorunluluğu hissederlerdi. Bu hissiyatta olmadıkları gibi, ilginç bir şekilde, birçoğu Allah korkusundan bahis açarlar. Bu “abdestli kapitalistler” gerçekten imanlı olsalardı, kitapları olan Kur’an’da bahsi geçen “menat” putuna değer vermezlerdi ve kendi içlerinde bir Allah korkusu barındırırlardı. Bir Müslüman, Allah’a inandığını söylediği, herhangi bir şekilde kanıtlanamayacak olan, hatta kimi görüşlere göre düşüncel (gerçekte olmayıp sadece düşüncede var olan) bir varlığı tanıdığı için imanlı sayılmış olmaz, imanın göstergesi praxis’tir.

Kur’an’da “lehul mülk” sözü geçmektedir. Bu, mülkün Allah’a ait olduğunu gösterir. Bundan dolayı, bir Müslüman herhangi bir şekilde mülkiyet iddiasında bulunmamalıdır. Yerdeki ve gökteki her şey Allah’a aittir. Bu nedenle, kapitalizmin temel ilkelerinden biri olan “özel mülkiyet”, bir Müslüman için karşı konulması gereken bir ilkedir. Kur’an’a göre dünyada ortak mülkiyet olmalıdır. İş yapabilir durumdaki herkes, emek harcayarak bir şeyler üretmeli, ve bu üretilenler arasından, herkes, ihtiyacı kadar olanı almalıdır. İhtiyaçtan fazlası, ihtiyacını karşılayamayanlara verilmelidir. İş yapamaz durumdaki insanların ihtiyaçları karşılanmalıdır. Esasında, “zekat” kavramı da, malın kırkta birini değil, ihtiyaçtan fazlasını vermeye işaret eder. Kur’an’da sürekli, “onlar, salatı (yardımlaşmayı, dayanışmayı) ikame ederler/yerine getirirler ve malın ihtiyaçtan fazlasını verirler” sözü geçmektedir. Allah’ın “kenz”, yani biriktirme kavramını eleştirmesiyle de Kur’an’da özel mülkiyetin yeri olamayacağı anlaşılır. Kur’an, özü itibariyle, anti kapitalisttir.

Bir anti kapitalist, istediği kadar anti kapitalist sözler irat etsin (söylesin), hayatına anti kapitalist duruşu yerleştirmediği sürece kapitalist olmaya devam edecektir. Eğer bir anti kapitalist, sermaye sahipleriyle ilişkiler kuruyorsa, burjuvazi ile çıkar ilişkileri içindeyse, kapitalizme hizmet eden kurum ve kuruluşlarla irtibat kurmaktan imtina etmiyorsa (çekinmiyorsa), anti kapitalist değildir. Sadece teoride böyledir ve o kişi yanılgı (delusion) içindedir.

Marxist olduğunu söyleyen birtakım zevat da (kişiler de), bunu dile getirdikleri için marxist oldukları delusion’ı içerisindedirler. Günümüzde birçok marxist, sermayedarlarla yakın ilişkiler kurmaktadır ve marxist anlayışın neredeyse hiçbir pratiğini yerine getirmemektedir. Fakat her koşulda, her ideolojinin birçok mensubu gibi içtimai (toplumsal) hayatlarına geçirmedikleri mülahazaları (düşünceleri) bir başkasına telkin etmekte hiçbir sakınca görmemektedirler.

Karl Marx, praxis’i, toplumsal yapıyı değiştirecek tüm edimler olarak görmüştür. Feuerbach Üzerine Tezler’in ikinci maddesinde Marx şöyle der: “Nesnel hakikatin insan düşüncesine atfedilip atfedilmeyeceği sorunu — bir teori sorunu değil, pratik bir sorundur. İnsan, hakikati, yani düşüncesinin gerçekliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini [Disseitigkeit] pratikte kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusundaki tartışma, tamamıyla skolastik bir sorundur.” (Sol Yayınları’nın çevirisi kullanılmıştır.) On birinci maddede ise, “Filozoflar dünyayı yalnızca değişik biçimlerde yorumladılar, sorun onu değiştirmektir,” diyerek praxis’e verdiği önemi dile getirmiştir.

Auguste Cornu ise, Marx’ın praxis’e verdiği önemi şöyle anlatır: “Kapitalist sistem ve komünizm çözümlemesi ile Marx, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin diyalektik gelişmesi biçimi altında düşünülmüş yeni bir tarih görüşüne varıyordu.

Onu toplumların dönüşmesinde ve dolayısıyla tarihin gidişinde üretimin gelişmesinin belirleyici önemini kavramaya götüren bu çözümleme, Marx’ın dünya görüşünde köktenci bir değişikliğe yol açıyordu.

Bu değişikliğin ekseni, şimdi insanal yaşamda emeğe, pratik etkinliğe, “praksis”e verdiği büyük rol idi. Yabancılaşmış emeğin ve onun kapitalist rejimdeki rolünün, iktisadi ve toplumsal gelişmede emeğin kesin önemini ona gitgide daha açık bir biçimde gösteren derinleştirilmiş irdelemesi, Marx’ı temel görüş olarak yabancılaşma fikrini “praksis” fikri ile değiştirmeye götürüyordu.

Ona kapitalist rejimin insan-dışı niteliğini ortaya koymasını ve onun çelişkilerini çözümlemesini sağlayan yabancılaşma fikri, gerçekte devrimci proletaryanın ideolojisi olarak yeni bir dünya görüşünün hazırlanmasına temel hizmeti görmek bakımından “praksis” kavramından daha elverişsiz görünüyordu.”[1]

Theodore Kaczynski ise, solcuları teorik olarak eleştirmesinin yanı sıra, praxis yönünden de eleştirir. “Solcu hareketlerde güçlü mevkilere yükselen kişiler genelde güce en aç olan solculardır, çünkü güce aç insanlar güçlü mevkilere gelmek için en fazla çaba sarf edenlerdir. Bunlar hareketin kontrolünü ele geçirdiğinde, daha yumuşak tabiatlı pek çok solcu içten içe liderlerinin yapıp ettiklerini onaylamazlar, ama kendilerini onlara muhalefet eder hale de getiremezler. Harekete güvenmeye ihtiyaçları vardır, liderleri ile paylaştıkları bu inançtan vazgeçemezler. Doğrudur, kimi solcuların ortaya çıkan totaliter eğilimlere itiraz edecek cesareti vardır, ama genelde kaybederler; çünkü güce aç olanlar daha iyi örgütlenmiş, daha acımasız, daha Makyavelist’tirler ve kendilerine güçlü bir taraftar desteği oluşturmayı ihmal etmemişlerdir.

Bu olgu Rusya’da ve solcuların iktidara geldiği diğer ülkelerde açıkça ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde, SSCB’de komünizmin çöküşünden önce, Batı’daki solcular bu ülkeyi çok az eleştirirlerdi. Eğer SSCB’nin pek çok yanlış şey yaptığını kabul etmek zorunda kalırlarsa, hemen komünistler için mazeretler bulmaya ve Batı’nın hatalarından bahsetmeye başlarlardı. Batı’nın, komünistlerin saldırganlığına askeri yollarla direnmesine hep karşı çıktılar. Dünyadaki tüm solcular, Amerika’nın Vietnam’da yaptığı askeri harekatı ateşli bir şekilde protesto ettiler, ama SSCB Afganistan’ı işgal ettiğinde hiçbir şey yapmadılar.”[2]

Erich Fromm, praxis’e büyük önem atfeden bir psikanalisttir. Fikirlerin, praxis’e geçirildiklerinde bir anlam ifade edeceğini belirtmiştir. “Fikirler, sadece fikir veya düşünceler olarak öğretildiklerinde insanı derinden etkilemezler. Genelde bu şekilde sunulduklarında diğer fikirleri değiştirirler; eski düşüncelerin yerini yeni düşünceler, eski sözcüklerin yerini yeni sözcükler alır. Fakat tüm bu olan biten, kavram ve sözcüklerde bir değişimdir. Niçin farklı olmalı ki? Bir insanın fikirlerle harekete geçirilmesi ve hakikati kavraması son derece zordur. Bunu yapması için, içindeki ataletin derin dirençlerinin, yanlış yapma ya da sürüden ayrılma korkusunun üstesinden gelmesi gerekir. Diğer fikirler, kendi içlerinde doğru ve etkili olsalar da bunlara sadece aşina olmak yetmez. Oysa bu fikirler, onları öğretenler tarafından yaşanmışlarsa, öğretmen tarafından kişiselleştirilmişlerse, fikirler etten kemikten yapılmış görünüyorlarsa insanın üzerinde etkili olurlar. Eğer kişi, alçakgönüllülüğü anlatıyorsa ve kendisi de mütevazıysa o zaman kendisini dinleyenler, alçakgönüllülüğün ne olduğunu anlayacaklardır. Sadece anlamakla kalmayacaklar, bir gerçekten bahsettiğine, sadece sözcükleri dile getirmediğine inanacaklardır.”[3]

Fromm, fikirleri praxis’e geçiren kişilere peygamberleri ve bazı düşünürleri örnek gösterir. Alçakgönüllülüğü, adaleti ve sevgiyi öğütlediklerini, aynı zamanda hayatlarına da bunları geçirdiklerini belirtir. Peygamberlerin, inzivaya çekilip olacakları görmeyi beklemediklerini, hayatın içinde olduklarını ve öğütlerini içselleştirdiklerini söyler. Buda, İsa, Sokrates, Spinoza gibi kişilerin iz bırakmasının, öğütlerini praxis’e yansıtmaları olduğunu belirtir.

Erich Fromm, praxis’i bir de farkındalık açısından ele almaktadır. Davranışların ve seçimlerin bilinçli yapılması gerektiğini, bunun için yüksek bir farkındalığa ihtiyaç olduğunu, lakin sadece farkındalığın bir işe yaramayacağını ve bundan dolayı, farkındalığın, seçim özgürlüğünü sağlayabilmek üzere davranışlara geçirilmesi gerektiğini anlatır. “İyilik ve kötülüğün ne olduğunun farkında olmak pek çok ahlaksal dizgede iyilik ve kötülük diye adlandırılan şeyleri kuramsal olarak bilmek’ten ayrı bir şeydir. Geleneğe dayanarak sevginin, bağımsızlığın ve gözüpekliğin iyi, nefretin, boyun eğmenin ve korkaklığın kötü olduğunu bilmenin hiçbir anlamı yoktur; çünkü bu bilgi yetkililerden, töresel öğretilerden vb. edinilen yabancılaşmış bir bilgidir; bu bilginin doğru olarak kabul edilmesi bu kaynaklardan gelmesindendir. Farkında olmak demek o kişinin öğrendiklerini yaşayarak, kendisiyle deneylere girişerek, başkalarını gözleyerek sonunda da sorumsuz bir “fikir” edinmek yerine bir inanç kazanarak kendi kendine edindiği bilgilere dönüştürmesi demektir.”[4]

Bana göre insanlar, kendilerine yakıştırdıkları birçok “tanım”ı ya da savundukları birçok teoriyi, kendilerini tatmin etmek için kullanmaktadır. Yaptıkları bu tanımlamalar veya savundukları bu teoriler, hayatlarında tanıtlanamıyorsa/ispatlanamıyorsa geçersizdir. İnsanlar bir an önce bu sıfatları bir tatmin aracı olmaktan çıkarıp hayatlarının sine qua non (olmazsa olmaz ön koşul)’u haline getirmelidir. Aksi takdirde hayatlarını kendilerini kandırarak geçirmek zorunda kalacaklar ve özellikle, savunucusu oldukları ideolojilerin muarızları (karşıtları) tarafından, praxis yönünden eleştiriye tabi tutulacaklardır. Örneğin, günümüzde yaşanan olaylardan sonra insanların çoğu Siyonizm’in “kötü bir şey” olduğu fikrindedir. Fakat şu unutulmamalıdır ki, Siyonizm, İsrail’de İsrail İşçi Partisi tarafından savunulmaktadır. Her ne kadar merkez sol olduğunu beyan eden bir parti de olsa, icraatları itibariyle, aslında sosyalizm kavramıyla bir ilgisi olmadığını kanıtlamıştır ve teori ve praxis çelişkisinin en önemli örneklerinden birini sergilemektedir.

Teori ve praxis arasındaki ilişki, ağaç ve su arasındaki ilişkiye benzer. Nasıl ki bir ağaç yeterince su alamadığında bir süre sonra kuruyacaksa, bir teori de praxis’e yansıtılmazsa zamanla yok olup gidecektir. Bunun için, teori ve praxis arasında sağlıklı bir denge kurulmalı ve korunmalıdır. Böylelikle, düşünsel bir uyum ve tutarlılık sağlanmış olacaktır.                             

                                                                                         B.G



* Bu konu genellikle “teori ve pratik” şeklinde ele alınmaktadır. Biz bu yazıda “praxis” sözcüğünü kullanacağız.
[1] Karl Marx, 1844 Elyazmaları: Ekonomi Politik Ve Felsefe, 2011, Sol Yayınları, s. 292, 293
[2] Theodore Kaczynski, Sanayi Toplumu Ve Geleceği, Mayıs 2013, Kaos Yayınları, s. 99
[3] Erich Fromm, İtaatsizlik Üzerine: Özgürlük Neden Otoriteye “Hayır” Demektir?, 2014, Say Yayınları, s. 17, 18
[4] Erich Fromm, Sevginin Ve Şiddetin Kaynağı, Kasım 2008, Payel Yayınevi, s. 123

YAŞAM VE ÖLÜM

        Hayatın anlamı nedir? Elbette bu soruya verilebilecek tonlarca felsefi cevap vardır. Fakat hangi dini veya felsefi ekolü kabul etmiş olursanız olun, yaşamın ve evrimin bir amacı vardır.

Var Olmak (Yaşamak)

Var olmak durumunu var olmak yapan nedir? Bahsettiğimiz var oluş, bir taşın var olması gibi bir var oluş değildir, yaşamsal bir varoluştur. Yaşamı yaşam yapan şey ise değişimdir. Canlı olan ile ölü olan arasındaki fark, canlı olanın sürekli kendi iç dinamikleri aracılığıyla bir değişim halinde olmasıdır, ölü olanı ise sadece çevresel şartlar değiştirebilir. Değişimin olmadığı yerde yaşam yoktur, değişim yaşam ağacının sürekli büyümesidir, dallanıp budaklanmasıdır.

Yaşamsal değişim tabi ki rastgele bir değişim değildir, yönü vardır ve bu yönde evrim, yani yaşamın artmasıdır. Bu değişimin temel özelliği bilgisinin değişmesi, artmasıdır. Bu bilgi artışını farkındalık diye tanımlayabiliriz. Örneğin, tek hücreli canlı bazı çevresel şartları nasıl yönlendireceğinin bilgisine sahiptir - çevredeki bazı kimyasalları, kendi yaşamının devamı için reaksiyona sokarak enerji üretir - ama çevresel şartlar tarafından çok kolay yönlendirilir (O kimyasalın bitmesi).

Fakat evrimsel anlamda daha ileri bir canlı ( daha çok bilgi sahibi, daha farkında olan) bazı çevresel şartların farkına varıp, bunlar tarafından yönlendirilmekten kurtulabilir. Örneğin, bir köpek, besininin bitmesi durumunda, besin arayacak başka ortamlar bulabilir, kendini tehdit eden canlıları fark edip uzaklaşabilir.

Yani yaşamın temel amacını bilgi arttırarak evrimleşmek olduğunu söyleyebiliriz.

Yaşamın Temel Şartı

Yaşamı oluşturan bu öz bilgi varlığının - genetik kod - yaşamın devamı için paylaşılması gerekir. Örnek olarak, hücrenin bölünürken, bilgisini bir diğer hücreye geçirmesi, canlıların genetik değişimlerini bir sonraki nesillere aktarmalarını verebiliriz. Çünkü paylaşılmayan bilgi yaşamı çeşitlendirmez, birey bazında kalır ve organizma ölünce yok olur. Bu da evrimin ve yaşamın amacına ters düşer. Yani paylaşım olmaksızın yaşam olmaz.

Bu sonsuz değişim zincirinin içerisinde yaşamı kapsasın veya kapsamasın her varlık bir bütünün parçasıdır, her değişimin başka bir değişime etkisi vardır ve varlığa ait herhangi bir bilgi bu değişimi idrak edip belirlemeye yarar, akabinde yaşama hizmet etme yolunun önünü açar. (Bkz. Kaos Teorisi) Örneğin, ateşin yakıcı olduğunun bilinmesi, ateşin tehlikelerini belirleyebilmemize ve ateşten sakınmamıza yol açar.

Tabi ki bilgi ediniminin birey odaklı olup, bir süre sonra başka yaşamsal formları tahrip etmesi bu zinciri bozar ve akabinde bireyin yaşamını tehdit eder. Örnek olarak başka canlıların yaşam haklarına saygı duymadan, onların yaşam alanlarının su kaynaklarının tahrip edilmesi, betonlaştırılması, akabinde bunun su kıtlığı ve besin temin edememe olarak geri dönmesini sunabiliriz.

Sonuç olarak varlığımızın temel amacı sürekli bir bilgi edinimi, paylaşımı ve bunların oluşturduğu değişimdir.

İçinde bulunduğumuz yaşamı bu yasa çerçevesinde nasıl incelemeliyiz?

İnsan dışında hiçbir hayvan kendi bilincinin farkına varamadığı için hayvanların yapay bir müdahale olmaksızın bu evrim çizgisinden sapması mümkün değildir. Lakin insan kendi bilincinin farkına varabilmiş, kendine dönük bir sorgulama yapmış ve bu sorgulamanın sonucu olarak çok farklı çizgilerde yürümeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak kimi zaman yaşam ve evrim çizgisini çok güzel koruyup geliştirmiş, kimi zamanda yaşamı öldüren bir çizgide hareket etmiştir.

Bireyin sürekli bir değişim halinde olması gerekmektedir, sürekli bir bilgi ediniminde olup bunu yaşamı yükseltmek için - sadece kendi yaşamını değil, yaşama dair her şeyi - kullanmalı, bilgisini paylaşarak gelecek nesillere daha çok yaşam imkanı bırakmalıdır.

İnsanın Bilgi Edinim Süreci

İnsan kendi bilincinin farkına vardığı için, bilgisini, hem genetik kodla, hem birebir iletişimle aktarabilen bir canlı olmuştur. Bu bilginin esas temin yolu ise varlıktaki neden-sonuç ilişkisinin farkına varabilmesidir. Bilimlerin çıkış noktası budur, doğadaki sonuçlara bakarak bunların nedenini araştırırlar.

Birey bilgi edinirken, sorgularken veya herhangi bir şeyi incelerken bu neden sonuç ilkesini göz önünde bulundurmalıdır. Genetik evrimde, kendi kendini sorgulayan bir mekanizma olmadığı için çizgisi sabittir, fakat zihinsel evrim ve zihinsel evrimin genetik evrime etkisi, yolunu şaşırmaya müsaittir. Bu yüzden neden sonuç ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır, bulundurulmadığı takdirde yüzeysellik, sığlık ve dogmatizm dediğimiz sorunlar ortaya çıkar. Örneğin, toplumda şiddet olaylarının ortaya çıkmasını şiddet eylemi yapan bireylerin “kötülüğüne” yorulması, bu sorunu çözmez, hatta daha kötü sonuçlara yol açabilir. Lakin bireyleri şiddet eylemine iten sebepler araştırılırsa, sorunun çözülmesinde büyük bir adım atılmış olur.

Bilgi edinim sürecinde bu ilkenin bir metod haline getirilmesi, bilginin durağanlaşmasına, hataların yapılmasına, bu hataların toplumsal dogmalara dönüşmesine engel olur ve yaşamın gelişmesine yardımcı olur.

Tabi ki insanın ve toplumun yaşamını şekillendiren çok fazla dinamik vardır ve bunlar tek tek irdelenmelidir.

Biyofili Ve Nekrofili

Erich Fromm’un tanımlamasına göre bu iki eğilim insanın içinde sürekli çatışmakta olan iki kutubun - yaşam ve ölüm, ilerleme ve çürüme - en temel iki psikolojik yansımasıdır. Biyofil eğilim yaşamdan, değişimden, özgürlükten, gelişmekten, sevgiden hoşlanırken, nekrofil eğilim ölümden, durağanlıktan, otoriteden, tahakkümden, çürümeden, şiddetten hoşlanır.



“İnsanlar arasında ruhsal ve ahlaksal açıdan ölümü sevenlerle yaşamı sevenler (necrophilous’la biophilous) arasındaki ayrımdan daha büyük bir ayrım düşünülemez. Bu bir insanın bütünüyle ölümsever ya da bütünüyle yaşamsever olduğu anlamına gelmez. Kendilerini bütünüyle ölüme adamış kişiler vardır; bu kişiler çıldırmışlardır. Öte yanda kendilerini bütünüyle yaşama adamış kişiler vardır; bunlar da bir insanın ulaşabileceği en yüce amacı gerçekleştirmiş kişiler olarak bizi etkilerler. Birçok insanda değişik karışımlarda hem yaşamsever hem de ölümsever eğilimler bir arada bulunur. Burada önemli olan – iki eğilimden birinin kesin varlığı ya da yokluğu değil – canlılarla ilgili olgularda her zaman görüldüğü gibi, hangisinin ağır basarak insan davranışını belirlediğidir.”[1]

Bu iki eğilim ileri derecelerde iki farklı eğilimle beraber ortaya çıkmaya başlar, ve bu iki eğilimin ileri derecelerini yaşayan insanların artık öbür şıkkı seçme şansları kalmamıştır.

Buradaki esas husus dünyanın ve toplumun kapitalizm tarafından nekrofil bir yapıya evrilmesidir.

Gelecek yazıda bu konulara değineceğim.

                                                                                         D.M.



[1] Erich Fromm, Sevginin Ve Şiddetin Kaynağı, Kasım 2008, Payel Yayınevi, s. 31